
Bana tutundu, anahtarını usulca çevirdi, kapıyı açıp içeri girdi. Saat sabahın 6’sıydı. Elindeki çantayı etrafa değdirmeden, parmak uçlarında yürümeye özen göstererek üst katın merdivenlerini çıktı. Doğruca banyoya girdi. Hemen çantadakileri makineye boşalttı. Üstündekileri de çıkarıp aynı titizlikle makineye attığı gibi duşa girdi. Bu gece nöbet çok zor geçmişti. İş arkadaşlarından iki doktor daha hastalanınca hem iş yükündeki hem de vaka sayısındaki artışla beraber bir hayli yorucu bir hafta yaşamışlardı. Kaç gecedir evde olmadığından evdekilere duyduğu özlemi, kaygıları ve bir de dün kaybettiği 18 yıllık mesai arkadaşının ailesiyle yaptığı görüşme bu geceyi olduğundan uzun hale getirmişti. İşlerin böyle olabileceğini az çok tahmin ediyorlardı bu süreç başladığında, ama bilmek ile yaşamak aynı olmadığı gibi aynı anda bu kadar ağır yaşamak insanı zorluyordu. Bu hastanedeki tanıdığı en titiz en dikkatli doktordu Nedim. Nasıl olurdu da ilk onu bulurdu bu olay. Hadi buldu, o gayet sağlıklı, gayet dinç ve enerji dolu insan nasıl olurdu da küçücük bir virüse yenilmiş olabildi. Yıllar önce birlikte pratisyen olarak başladıkları bu serüvende ne anılar biriktirmiş, ne vakalar görmüşlerdi.
Çok bitkin hissediyordu kendini. Çocuklar henüz uyanmamışken hemen odalarına gidip görmek istedi onları. … vazgeçti.
Sonra bari kapıdan bir bakayım deyip dayanamadı odalarına gitti. Oda boştu. Anladı. Kesin o yok diye anneleriyle beraber yatmak istemişlerdi.
Yatak odasının kapısını usulca açtı. Tam da tahmin ettiği gibi ikisi de annelerini ortaya almışlar hatta bildiğin sıkıştırmışlar, biri boynunda diğerinin bacağı annesinin üzerinde mışıl mışıl uyuyorlardı. Oda sevgi kokuyordu. Dezenfektan kokusundan sonra şu kokuyu duymak dünyadaki en güzel şeylerden biriydi, kokuyu iyice içine çekti. Sıradan bir nöbet dönüşü olsaydı eğer gider o da kenardan yanlarına sıkışır oracıkta uykuya dalardı huzur içinde.
Şimdi ise kapıdan onları izledi, tekrar kokladı ve kapıyı usulca kapadı. Yandaki çalışma odasına gitti, kapıyı üstüne kilitledi çünkü ufaklık onun eve geldiğini anlarsa direkt odaya dalar ve yanına gelirdi. Bunu tahmin ettiği için tedbir almalıydı. Uyuyamasa bile dinlenmek için odadaki koltuğuna uzanmıştı ki aklına takıldı. Tekrar kalktı. Banyodaki deterjan dolabından çamaşır suyu ve bez aldı. Nasıl da unutmuştu eve girerken bana dokunduğunu banyo kapısındaki arkadaşı da tuttuğunu. Sonuçta hastaneden geliyordu. Benden başlayıp dokunduğu hepimizi bir güzel sildi. “Öhh, ıgg” bu koku da beni oldum olası tiksindirir. Hijyen şart diye mecburen kokuya sabrediyorum artık. Ev halkının kaç haftadır çektiği sıkıntılar yanında mızmızlık edecek de değilim zaten.
Temizlendiğimize emin olunca ellerini tekrar yıkayıp odaya çekildi. Güneş doğmak üzereydi. Hafiften ağaran gökyüzü kırmızı turuncu ışıklar ile çok sempatik duruyor “hadi perdeyi aç” çağrısında bulunuyordu. Ömer Bey’de de zaten uyku emareleri görülmüyor olduğundan bu çağrıya uydu.
Odadan çıktı. Mutfağa doğru gitti. Kendine bir kahve yaptı, şekersiz. Balkon kapısını da açtı. Derin bir nefes çekti. Fakültedeyken sınavı olduğu günlerdeki gibi, içinde -o gençlik yıllarından kalan garip telaşla değil ama- sade bir sükûnetle tan yerinin ağarmasını izledi. Bulutların gökyüzünde usulca yüzmesini, kuşların sabah şarkıları eşliğinde kanat çırpışını, sokak kedilerinin gruplar halinde dolaşmaya çıkmasını da. İnsanlar evlerine girdiğinden beri tabiat ve canlılar daha aktif daha yoğun bir akış içindeydi bu şehirde. İnsanlardan ve onların hakimiyetinden geri plana kaçmış olan doğal hayatın varlığını dinledi bir müddet öylece.
Saat sekizi beş geçtiğinde telefonun alarmı çalmaya başladı. Odada bıraktığı telefonu koşarak alıp geldi otomatik alarmı kapattı. Tabi ki bu süre de alarm evdekileri de uyandırmıştı. Üst kattan ayak sesleri duyuluyordu. Bu seslere eşlik eden, “babanız gelmiş, Tunaaa. Sen demiştin keşke babam hafta sonu olmadan gelse, özledim diye. Bak gelmiş işte” diyen Emel hanımla bıcır bıcır konuşan Tuana’nın sesi eşliğinde. Mutfak kapısında durup “baba sen deldin, işden deldin, mama detirdin” cümlelerini art arda sıralarken bir yandan da babasına sarılmak için hamle yapmıştı arkadan. Ömer Bey, gayri ihtiyarı olarak kızının sarılmasını karşılıksız bıraktı. Başka zaman olsa onu kaldırıp kucağına alır ve öperdi. Ama şimdi sadece “evett ben işten geldim, size mama getirdim, bugün evdeyim ne güzel değil mi” dedi. Bozuntuya vermeden kahve fincanını da alıp balkona geçti. Aslında çok gergindi. Evdekilerle aynı odada durması bile sakıncalı olabilirdi. Ama dört haftadır onlarla aynı ortamda oturmamıştı ve buna onun da ihtiyacı vardı. Zaten hafta içi eve gelmiyor, izolasyona uygun olsun diye bu süreçte doktorların da hizmetine açılan öğrenci yurdunda kalıyordu. Evde olamamaktan o da muzdaripti fakat şartlar böyleydi ve katlanması gerekiyordu.
Aslında evdekilere söylemedi ama, geçen hafta hastaneden çıkınca onları görmek için eve uğramıştı. Tam zile basacaktı ki durdu, o gün çok fazla hasta ile ilgilenmiş çok yoğun bir gün geçirmişti. Bunu düşününce eve gelmesi çok da mantıklı değildi. Kendini kötü hissetse de doğru olanın içeri girmemesi olduğuna karar vererek kapıdan dönüp gitmişti. Bu konudan bahsetmeyi düşünmediği kesindi.
-Çocuklar hava bugün güzel, üzerinize hırkalarınızı alırsanız balkonda oturalım mı az sonra ben de gidip uyuyacağım yorgunum biraz.” dedi.
Emel Hanım da eşini anlayarak “ Çok iyi fikir bahar havası var bugün, değerlendirelim birlikte” deyip balkon masasını toparlamaya başladı. Masanın üzerinde dünden kalan boya kalemleri ve kâğıtlar vardı. Emel Hanım’ın elindeki resim Ömer Bey’in dikkati çekti. “Bir göstersene o resmi” dedi. Emel Hanım’ın elinde tuttuğu kâğıtta, bir dünya ve bu dünyanın etrafını saran bir sürü küçük yeşil yuvarlaklar vardı. Bu yuvarlakların bazılarına göz çizilmiş ve kötü bakış ifadesi verilmişti. Dünyanın üzerinde boynunda -steteskop muydu o, evet sanırım- beyaz önlüklü kocaman bir insan, elindeki şırıngasını o yeşil yuvarlaklardan birine batırıyordu. Yeşil yuvarlak da sanki hıçkırarak ağlıyormuş gibi bir ifade içindeydi. O beyaz önlüklü kocaman insanın üstünde, içinde “ al sana kötü virüs, artık bize zarar veremeyeceksin” yazan bir konuşma balonu vardı. Ömer Bey’i gülümseten bu resmi dün Tuna yapmıştı. O bunu çizmekle uğraşırken Tuana da balkondan, o sırada sokaktan geçen ve marketten geldikleri ellerindeki poşetlerden belli olan 3 kadına; “Hekes evine ditsin, vilüs oluysunuz. O zaman da babam eve delemez. Çabuk evinize didin.” diye bağırıyordu. Tabi kelimeleri kadınlar tarafından tam anlaşılmadığı için, onlar da Tuana’ya bakıp; “ ay tatlı kıza bakın bizi görünce canı dışarı çıkmak istedi galiba yavrucuğun ” deyip ona el sallıyorlardı. Emel Hanım Tuana’nın sesini duyunca “çocuklar hadi artık içeri gelin, meyvelerinizi yiyin” demiş ve onları içeri almıştı. Balkonu toplamadan bıraktığı için, o da resmi yeni görüyordu. “Bu sensin sanırım, hayatım.” dedi ve Ömer Bey’e uzattı. Ömer Bey resmi alıp buzdolabının üzerindeki kalemi de eline aldı. Resmin arkasına “14 Nisan 2020, Tuna 7 yaşında Tuana 3. Dünya covid-19 istilasında” diye not düştü.
-Her şey geçip gittiğinde bu resim bu günlerin hatırası olarak kalacak. Tuna ve Tuana büyüdüğünde bu günleri hayal meyal hatırlayacaklar ama kişiliklerinde izleri kalacak elbet, dedi eşine.
Resmi saklamak üzere çalışma odasına götürürken Dünyanın üzerindeki o kocaman doktorun kendisi olduğu, bir çocuğunun gözünde güçlü, hele bir de mesleği gereği şu an bir kahraman konumunda bulunduğu da şüphesiz gözünden kaçmadı.
Ah be oğlum sen o kahramanın bazı zorluklarda kendini nasıl da aciz nasıl da güçsüz ve nasıl da bir çocuk gibi küskün olabileceğini bilmiyorsun henüz. 10 Nisan akşamı sokağa çıkma yasağını duyan bazı vatandaşların bir panik halinde fırınlara, marketlere gruplar halinde çıktığını gördüğünde baban Ömer Bey tam olarak bu çaresizliği ve küskünlüğü gözümün önünde bana tutunarak yaşadığında gördüm ben de. O insanların düşüncesizce oluşturduğu o ortam Ömer Bey ve onun gibi bir aydır canla başla uğraşan, ailesinden ve kendinden fedakârlık eden nice insanda aynı hislere sebep olmuştu. O an öyle öfkelendi ki sokaktakileri evlerine göndermek için balkondan seslenip sesi duyulmayınca hızla kapıya yöneldi. Tam beni tutup kapıyı açmaya yeltenmiş ki Emel Hanım “ Ömer napıyorsun sen, yetişkin insanlar herkes sorumluğunu bilmiyor mu, biliyor. Bildiği halde yapıyorsa da cehaletten çıkmış dışarı. Sen dışarı çıkınca dinleyecekler mi seni? Salgın için çok tehlikeli o ortama gitmen, yaptığınla çelişiyor. Sakin ol lütfen” deyip elini üzerimden çekip aldı. Kapıdan uzaklaştırdı. Ömer Bey’in o anki halini çok şükür çocuklar uyuduğu için görmediler. Bazen bilmek cehalet karşısında acını daha da artırmaktan ileri gidemiyordu. Yaşanılan böyle bir durumun örneğiydi işte.
Ömer Bey odadan balkona geri döndüğünde kahvaltı masası hazırdı, mis gibi temiz havada. Uzun masanın uzak olan ucuna oturdu, Emel Hanım ve çocuklarla arasına mesafe koymaya çalışarak. Tuana’nın neşe içerisinde kaç gündür babasına anlatmak için biriktirdiklerini coşkuyla anlatmaya çalışmasından Tuna’ya bir türlü sıra gelmiyor olsa da, konuşmayı pek de sevmeyen Tuna bundan hiç şikayetçi gibi durmuyor, anlatılanları sakince dinliyordu.
Ömer Bey ailesine doya doya baktı ve bu sürecin uzamamasını diledi tüm kalbiyle. (peri)