Evdekiler -6 Sarılmak İçin Bekleyenler

-Hayır, olamaz dedi. Hıçkırıklarla attı yatağa kendini. Neden, neden hep istemediği şeyler oluyordu. Neden? Önce anne/babası gitmişti şimdi de okulu… Sevdiği her şey sanki birileri tarafından sırf o mutsuz olsun diye elinden alınıyordu. İlk kez 12 Mart akşamı haberlerden öğrenmişti bir salgın nedeniyle okullarda eğitime ara verilmesi gerektiğini. 13 Mart’tan itibaren evde kalınacaktı. Sunucu 30 Mart’a kadar ara verildi demişti. Parmaklarıyla saydı. 16 gündü. (şimdilik)

13 Mart Cuma günü okula giderken bile içine bir ayrılık hüznü çökmüştü Zeki’nin. O gün daha çok sarılası gelmişti Eyüp öğretmenim dediği, okul müdürüne. Ama o gün Müdür Bey hiç görünmüyordu. Bir bahane bulup teneffüste yanına gider, görüp sarılırım diye düşündü Zeki. Aradığı fırsatı sıra arkadaşı Mahmut’un yere düşmesiyle yakaladı. Düşen arkadaşına üzülmüştü elbet ama asıl niyeti Eyüp öğretmenini görebilmekti. Mahmut’un koluna girip onu yukarı çıkarırken bir yandan da nöbetçi öğretmen onları görüp müdahale etmesin diye gizlice Müdür Bey’in odasına ulaşmaya çalışıyordu. Ayrı kalacağı 16 günlük, yakınlığı ve sıcaklığı depolamak ihtiyacı hissediyordu ruhunda.

Müdür odasının kapısını tıklayıp öğretmenini görünce hemen koşup sarıldı.

– Öğretmenimmm, dedi sımsıcak . Sonra arkada kalan Mahmut’u hatırladı ve “ Mahmut düştü de çok canı yanıyor siz bir bakın lütfen” dedi. O sırada odada bulunan müdür yardımcısı “evladım sınıf öğretmeniniz Aslı öğretmen baksaydı ya. Müdür beyin işlerine engel olmasaydın.” demeye çalışırken Eyüp Bey durumu bildiği için, “olsun hocam olsun ben bakayım bir. Hem iyi oldu Zeki’yi gördüğüm özlemiştim kaç gündür” deyip, çoktan eğilmişti Mahmut’a yakından bakmaya. Pantolonun dizi delinmiş ve kanıyordu. Hareket ettirdi baktı. Kırık ya da çıkık yok gibiydi. Yarayı küçük taş parçacıkları ve kumdan temizledi. Kirlerden arınan yara daha net göründü; küçük bir yaraydı. Orayı hemen gazlı bezle kapattı ve üstünü bantladı. Annesini arayıp haber verdikten sonra annen işteymiş, evde kimse yokmuş servisle babaannene gidecekmişsin Mahmut doğru mu? dedi.

-Evet, müdür öğretmenim, ben zaten her gün babaanneme gidiyorum. Akşam annemle babam işten çıkınca beni alıyorlar birlikte gidiyoruz eve, dedi. Zeki, Mahmut’un ne kadar şanslı olduğunu düşündü ama bir şey söylemedi çünkü o sırada konuşmak istediği kişi Eyüp öğretmeniydi.

– Öğretmenim 2 hafta okula gelmeyecekmişiz yani uzun bir süre görüşemeyeceğiz sizinle, sizi çok özleyeceğim” derken gözleri doldu. Eyüp Bey, Zeki’nin kısacık dik ve gür saçlarla kaplı başını okşadı ve ona sarıldı.

-Evet Zeki. Bu zaman içinde siz de size verilen ödevleri yaparsınız. Zaten okumaya da yeni geçtiniz ya, okuma kitaplarınızı bir güzel okursunuz.

Müdür Beyin imzalayacağı evrakı İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne yetiştirmek için bekleyen müdür yardımcısı ise “ ne güzel işte çocuklar bol bol da evde oyun oynar anne/babalarınızla hoşça vakit geçirirsiniz. Hadi şimdi sınıfa geçin, biz de işlerimizi halledelim” dedi.  Daha cümle ağzından çıkarken fark etti Zeki’nin gözlerindeki acı ve nefret karışımı o bakışı ama nedenini anlamadı anlamak gibi bir niyeti de yoktu zaten.

Eyüp Bey ise Zeki’ye eğildi. Sen çok başarılı ve akıllı bir çocuksun ve ben senin öğretmenin olduğum için seninle gurur duyuyorum Zeki” dedi. Zeki, Eyüp öğretmeninin onun ne hissettiğini anladığını anlamıştı. Anlaması bile yetecekken bir de onun ne kadar değerli olduğunu belirtmişti kendine müdür öğretmeni. Ne iyi bir insandı bu Eyüp öğretmen, iyi ki okulu o yönetiyordu. Tıpkı babası gibi sinirli,  okulda çocukların hatalarına çok kızan ve hiç gülmeyen müdür yardımcısı yönetseydi, ya nolacaktı?  Zeki ağlamamak için dişlerini sıktı ve arkadaşının koluna girip sınıfa götürdü. Mahmut ne olduğunu anlamasa da Zeki’nin gözlerindeki akmak üzere olan yaşları görmüş ve o da arkadaşının koluna sımsıkı sarılmıştı, yaranı görmesem de, nedenini bilmesem de yanındayım dercesine.

Akşam eve gidip bugün olanları annesine anlattığında, annesi Mahmut’a “Bazı yaralar sargı beziyle kapatılarak bekleyince iyileşir, izi bile kalsa acı vermez. Bazı yaralar ise açıkta olmadığı için ne kendi, ne izi görünür ama acısı çok can yakar” demiş ve konuyu değiştirip sofrayı kurmasına yardım edene, yemekten sonra sürpriz vaadi vermişti. Mahmut o gece ve o tatil süresince Zeki’yi ve onun görünmeyen yarasının ne olabileceğini düşündü ama bir daha annesine konuyu açmadı. Sadece ödev sorma ve sohbet etme bahanesiyle Zeki’yi daha sık aradı annesinin telefonundan. Çünkü “acıya ortak olmak istiyorsak, acıyı hatırlatıp kurcalayarak değil; samimiyetimizle ve ilgimizle o acının yerine yeni sevinçler oluşturup güzel anılar ve umutlu yarınlar inşa etmeliyiz “diyordu Aslı öğretmenin onlara anlattığı bir hikâyedeki yaşlı dede. Zeki de Mahmut’un bu ilgisinin ona sıcaklık göstermek için olduğunu hissediyor bir arkadaş kazanmanın sevincini yaşıyordu. Ancak her gün görebilse, okulda onunla teneffüslerde oynayabilse kendini daha iyi hissedeceğini de biliyordu. O nedenle bu sürenin bir an önce bitmesini bekliyordu. Hatta kendince okuldaymış oyunu oynuyor, annesinin, işe giderken uyanmak için kullandığı, ondan yadigâr kalan o küçük masa saatini her gece kurup okul varmış gibi o saatte kalkıyordu. Sonra kahvaltı için ananesine yardım ediyor, yemek rutini bitince de odasına geçip haftalık ders programına uygun olarak ilk derse başlıyordu. Saati 40’ar dakikalık aralarla kurarak sanki zil çalmış hissi veriyordu evde. Teneffüslerde dedesinin yanına uğruyor onu da yanağından öpüp koşarak derse geri dönüyordu. Bir haftayı bu şekilde geçirmişti ama çok sıkılıyordu artık.

Aslında dedesinden izin alıp yandaki arsada arkadaşlarıyla top oynayabilir miyim, diye soracaktı ama vazgeçti. Durum ciddi olmasa “herkes evinde kalsın lütfen” diye bu kadar anons yaparlar mıydı?  Akşam bir programda duymuştu çocuklar ve gençler çok etkilenmese de yaşlılar daha çok etkileniyormuş ve ölüyorlarmış. O odaya girince dedesi kanalı değiştirse de duyduklarının bu kadarı bile Zeki’yi tedirgin etmişti. Çünkü ananesi de dedesi de yaşlıydı. Eğer onlara bir şey olursa… Allah korusundu, düşünmek bile istemiyordu. Onlar Zeki’nin bu hayattaki tek tutanaklarıydı. Babasının ailesini tanımıyordu bile.  Babası, ailesinin izni olmadığı halde annesini evlenmek için kaçırmış, ailesi de kızın yaşının küçük olmasının resmi sonuçları ve konu komşuya rezil olmak gibi hayatlarını alt üst edeceklerini düşündükleri bu olaydan sonra oğullarını, hayatlarından çıkarmışlardı.  Hatta oğulları yani Zeki’nin babası öldüğünde, cenazesine bile gelmemişlerdi. Nasıl bir kalpleri vardı ki oğullarının hayatını kaybettiğini duyup da umursamamış, gelmemişlerdi.  Zeki bunu hiç anlayamıyordu. İnsan evladını nasıl bir olayla bir anda hayatından çıkarabilirdi; hiç doğmamış gibi, hiç yaşamamış gibi. Ya Zeki’yi ona ne olduğunu da mı merak etmemişlerdi. Zeki’nin suçu neydi ki? Babası onu hem annesiz hem de babasız bıraktığında tüm olanların yükü ona yüklenmişti. Ama şunu biliyordu Zeki; babası babasını (yani dedesini) seviyordu ki doğan oğluna onun adını vermişti, Zeki. “Ben dede olsam adımı taşıyan bir bebeği bensiz bırakmazdım ”diye düşünürdü.

İlhami dedesine bakınca alnındaki derin izler, bembeyaz ama gür saçlar ve ona dede görünümünü veren, kalın camlı gözlükleriyle ne kadar da tonton görünürdü onun gözüne.  Zeki, gazete okurken dedesine bir şey sorduğunda, dedesinin onunla konuşmak için gözlüklerinin üstünde bakmasını, gülerken göbeğinin sallanmasını ve şaka yaparken ona göz kırpmasını severdi. He bir de en çok ona “Hadi gel bakalım, otur kucağıma da sana başıma gelen bir anımı anlatayım” demesini. Zeki’nin hiç kaçırmayacağı bir fırsattı bu. Koşarak gider artık sığmakta zorlansa da dedesinin kucağına usulca otururdu. Şu ara “televizyonda yaşlılara çok yaklaşmayın” dediklerinden buna biraz mesafe koymaya dikkat ediyordu ama. Çok canı çektiyse, dedesine hemen döneceğim deyip lavaboya ellerini ve yüzünü tekrar iyice yıkamaya gidiyor sonra oturuyordu. Madem iş bu kadar ciddiydi madem evin en genci! Zeki’ydi öyleyse sorumluluklarının gereğini yapmalıydı?

Dedesi onu nasıl mutlu edeceğini biliyordu. Eskiye ait hikâyeler, birkaç da annesine ait ayrıntılı bilgi sıkıştırıp Zeki’ye masalımsı bir hava ile anlatıldığında değmeyin keyfine.

-Sonra dede… peki ya sonra… eee sen ne yaptın o zaman?…  Hiç mi korkmadın?… Çok mu güçlüydün?… Ananem bile mi alkışladı?… vb sorularla olayın en ayrıntılı, en ince kısımlarını bile sorar, mimiklerinden de anlaşılacağı gibi olayı an ve an içinde yaşardı. Merak edip sormadığı ve cevabını bilmekten korktuğu tek soru anne/ babasının ölümüyle ilgili, o gece yaşananlardı. Bildikleri ve yaşadıkları bile ağır geliyordu. Alkol ve başka şey – o adını bilmiyordu ama bilmediği halde nefret ediyordu- bağımlısı olan babası kötü işler yapmış ve işten atılmıştı. Annesi küçük Zeki ile zor olsa da, bir tekstil fabrikasında bulduğu işte çalışıyor, kimseye yük olmamak için çabalıyordu. Zeki, annesi işteyken komşu anne dediği Firdevs teyzede kalıyordu. Annesinin her sabah işe gitmek için başucuna kurduğu -ne alırsan 5 tl. cilerden aldığı- saatle ikisinin güne başlayıp akşam o dönene kadar da ayrılacaklarını ilan  ettiği için o zamanlar Zeki’nin pek sevmediği bu saat, şimdi annesinin sabah uyandığındaki kokusunu hatırlatıyordu ona.

 O akşam annesi işten gelince Zeki’yi de Firdevs annesinden alıp eve geçmiş mutfakta yemek hazırlıyordu. Babası ise her akşam eve geldiklerinde buldukları kanepede ve üstüne sinmiş kötü kokusuyla her zamanki gibi darmadağın halde, yatıyordu. Ve o akşam da Zeki’nin oyuncaklarla oynarken, siren çalan itfaiye arabasının sesini bahane edip sinirlenmiş, Zeki’yi kontrolsüzce dövmeye başlamıştı.  Öyle bir dövmek ki, son tekmesi ile kafasını duvara çarpan Zeki’nin ağlaması da dâhil sesi soluğu kesilmişti. Annesi ise mutfakta soğan doğradığı ekmek bıçağı elinde, cılız bedeniyle babasına engel olamayınca…  neyse işte Zeki’ye göre tamamen Zeki yüzünden… annesinin elinde bıçak… babası da kendine saldırdı diye boğazına sarılınca… ikisi birlikte açık olan oda camından… beton zemine… bu kadarını bile parçalarla hatırlayan, veya başkalarına anlatılanlardan duyan Zeki asla o geceyi sormadı. Zaten o geceden 3 gün sonra, hastanede gözlerini açtığında yanında annesini değil ananesini görünce anlamıştı. Tanımını bilmediği bu boşluk, içinde bir acı olarak onunla birlikte büyüyordu. Belki bir gün kendini o acıdan daha büyük ve güçlü hissederse işte o zaman, o yarımları bütünlemek için tüm ayrıntılarıyla sorardı. Belki… Bir gün… Kim bilir?

Olayın ardından ananesi ve dedesi ile Düzce’ye yerleştiğinde alışmakta pek zorlanmamıştı bu hayata. Ananesi ilk zamanlar sürekli ağlamış şiş gözlerle etrafta dolaşıp “ ah be yavrum, madem bu kadar zor hallerdeydin, madem bunca eza görüyordun ne diye çıkıp gelmedin. Ben seni el bebek gül bebek büyüttüm. Tek evladıma reva mı bu yapılanlar?  feryat figanları ile oda oda gezip dövünse de, dedesi ise içi yanarken belli etmemiş -Zeki için herhalde- bir şey yokmuş gibi davranıp Zeki’yi parka, markete götürmüş, yaşı elverdiğince Zeki’yle oyunlar oynamıştı.

 Okul yaşı gelince kayıt yaptırmak için mahalledeki okula da birlikte gitmişlerdi dedesiyle. İlk defa o gün görmüştü Zeki, Eyüp müdürü. Kayıt yaptırdıklarında dedesi “ sen bahçede bekle, ben de müdür beye bir şey söyleyip geliyorum” demiş, belki onun duymasını istemediği o şeyleri söylemişti. Ama Eyüp öğretmeni asıl sevmeye başladığı gün, o gün değildi. O kış bir Aralık günüydü. Son ders zili çalmış herkes eve doğru yola koyulmuştu. Zeki çantasını toplarken sanırım biraz geç kalmıştı. Çünkü dışarı çıktığında okulun bahçesinde çok az öğrenci vardı. Bunların bazıları büyük sınıflardan ve onun daha önce hatırladığı kadarıyla problemli çocuklardı. Daha geçen hafta kantin sırasında, onun önüne geçmek için ittirip düşürmüşler, şiddetten zaten ödü kopan Zeki’nin o panik olmuş halini görünce, iyice üstüne gidip harçlığına da el koymuşlardı. Zeki bunu öğretmenine de evdekilere de hiç anlatmadı. Çünkü kendisi için, bir başkasının daha canı yansın istemiyordu.

Ve işte aynı çocuklar Zeki’yi görünce ona doğru gelmeye başlamışlardı. Zeki çok korkmuş bir halde bir an önce gitmek için adımlarını hızlandırsa da nafile. Çocuklardan ikisi önünü keserken diğeri çantasını çekiştirmeye başlamıştı. Zeki karşı koyunca diğerleri de tutup çantayı almışlar, Zeki’yi de yere itmişlerdi. Çantadaki eşyalarını tek tek dökerlerken okulun kapısından tanıdık o sesi duymuştu Zeki. Eyüp Müdür güvenlik kameralarından bahçedeki olayı görmüş ve hemen gelmişti. Çocuklar müdürü görünce korkup kaçmışlardı. Eyüp öğretmen Zeki’yi kaldırıp üstünü başını silkelemiş, çantasından dökülenleri toplamıştı. Sonra Zeki’nin elinden tutup arabasıyla evine bırakmıştı. Zeki yine evdekilere bir şey anlatmamayı düşünüyordu. Ancak müdür beyin onunla eve kadar gelip dedesiyle konuşacağını tahmin etmemişti. Eyüp Bey olanları özetleyip, ben konuyla ilgileneceğim sizin içiniz rahat olsun deyip gitmişti.

Gerçekten de bir sonraki gün dersten Zeki’yi çağıran müdür beyin odasına gittiğinde orada üç yetişkin erkek vardı. Zeki gelmeden önce belli ki biraz sıkıntılı konular konuşulmuştu. Çünkü adamların yüzündeki ifade de biraz mahcubiyet biraz da üzgün bir hal vardı. İçlerinden Zeki’ye en yakın oturan, “evladım dün ve daha önce olanlar için çocuklarımız adına senden özür dileriz. Müdür bey bize kamera kayıtlarından izletti. Biz çocuklarımızın böyle davranışlar içinde olduğunu tahmin bile edemezdik oğlum, öğrendiğimiz iyi oldu. Bu hareketleri, yanlış davranışları bir daha görmeyeceğinize dair sana ve Müdür beye söz veriyoruz,” dedi.

Onlar odadan çıktığında Zeki de Eyüp öğretmenine “çok teşekkür ederim öğretmenim, siz çok iyi bir insan ve çok iyi bir müdürsünüz bence” dedi. Eyüp bey Zeki’nin yanağından sıkıp

-İyi olmak yetmez Eyüp, sana zarar vermek isteyenlere karşı da haklarını bilmen ve savunman gerekir. Bir deee tabi yemeklerini güzelce yiyiiip bir an önce büyüyüp güçlenmen, bu ne evladım rüzgâr esse uçacaksın, baksana saatin kolundan düştü düşecek” deyip beni de esprisine katmıştı ve Zeki’yi kollarından tutup gülerek kaldırmıştı. Zeki odadan çıkarken çok mutluydu. Ben Zeki’nin kolundan yüzündeki gülümsemeyi izlerken “ Keşke Eyüp öğretmen gibi babam olsaydı” dediğini duymuştum. Eve gittiğinde dedesine okulda olanları anlattığında dedesi “İşini özenle yapan yöneticilerden, belli, Allah ondan razı olsun.  Onun evlatlarının da hakkını koruyup gözetenler olsun.” diye bol dua etmişti. Zeki işte o günden sonra okula değil de Eyüp öğretmeni görmeye gidermiş gibi,  sabah akşam evde Eyüp öğretmeni anlatıp, okulda iyi güzel ne olsa, Eyüp Bey’den bilmişti.  Hafta sonu olunca bile pazartesiyi iple çeken bu tatlı çocuğun şu an gösterdiği sabır, yaşına göre büyüktü.

Zeki’nin hevesle gittiği okulundan onu ayrı koyan, şu gözle görünmeyen küçük şeyin – virüsmüş adı- yaptığı hastalığı, doktorlar bir an önce yense ne güzel olacaktı.  Zaman, masallardaki bir varmış bir yokmuş gibi birden aksa, hemen tatil bitse diye beni de, annesinden yadigâr kalan masa saatini de sürekli kontrol ederek uykuya dalmasının, gözünü üzerimizden ayırmamasının sebebi tamamen bu. (peri)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir