Evdekiler- 5 Dolsun Taşmasın

Tahta kapıdaki eski kilidi çevirdi. Kapı yıllara meydan okuduğu gibi, şimdi de açılmamak için Kamil Bey’e direniyordu. Dedesine geri çekilmesini söyleyen Fatih kapıya bir omuz attı. Kamil bey güldü. “Evladım o senin bildiğin yollarla açılmaz. Onun dilimden ben anlarım, netice de aynı tevellüde sahibiz” dedi. Yanında duran çivi kutusundaki keseri kaptı. Eski ve açılmamakta inat eden emektar kapının artık küflenmeye yüz tutmuş menteşelerinden alttakini keserin ağzıyla yukarı doğru kanırttı. “ Ben bunu yukarı kaldırınca, sen de kapıyı yavaşça aç” dedi torununa. Kapı büyük olduğu için elbette ki ağırdı, bir tarafından torunu bir tarafından da Kamil bey, o ağır kapının heybetli kanadını kaldırıp açılmaya ikna ettiler.

“Kaç yıldır açılmadığı için tahta yılmış, aşağı bel vermiş. Düzeltiriz kolay iş, menteşeleri de zımparalar yağlar bi elden geçiririz bahaneyle” dedi.

İçeri girdiklerinde brandayı kaldırıp 1975 model o zaman için gıcır, görüntüye -ve takvimde yazan 2020’ye -bakılırsa külüstür olan 67 AV 123 Massey Ferguson traktör, katarakt olmuş gibi içinde leke ve dumanlanma olan patlak ön farlarıyla, onlara bakıyordu. Kırmızı renkli kaportasının kansızlık sorunu olan orta yaşlı kadınlar misali solgunluğundan, alındığından beri hiç boya yüzü görmediği aşikârdı. O sırada, yaşını ve yaşanmışlığını ele veren yıpranmış traktörün “ne o, dinleniyorduk şurada niye rahatsız ettiniz” der gibi bir hali vardı. Kamil bey, yaşına göre gayet çevik bir şekilde eski ahbabının sürücü koltuğuna oturdu. Direksiyonu samimiyetle, sımsıkı tuttu. Ve kontağı çevirdi. Çok sigara içmiş de ciğerleri iyi çalışmıyormuş gibi, hele de şimdi bu virüs nedeniyle iyice nefes alma güçlüğü çekermişçesine öh öhhöhh gibi bir ses çıktı. Ya da Fatih’in kulağına gündemden dolayı öyle geldi. Dedesi tekrar denedi. Yine aynı ve daha boğuk bir ses. 3. Kez denedi ıııggıııı olmadı. “Dede zorlama istersen seninki “bende iş yok, rahat bırakın, emekli adamım ben çalışmam doğru olmaz” der gibi baksana. “O ne biçim lafmış bakayım, benim yanımda çocuk sayılır. O bu eve geldiğinde, ben 40 yaşındaydım. Daha ben demiyorum bende iş yok diye. Anladı ona işimin düştüğünü, naz yapıyordur kerata. Kaç yıldır ihmal ettim ya”. 

Traktörden aşağı indi. Fatih’e arabayı buraya getirmesini söyledi. Kaportayı açtı. Dükkân diye adlandırdığı, elindeki imkânlara göre kerpetenden ingiliz anahtarına, kaynak yapma makinesinden ahşap biçiciye kadar bilumum tüm tamir malzemelerini yıllardır hem muhafaza ettiği, hem de köyde bu tür tamir ihtiyacı olanlara -7/24 ücretsiz ve gönüllük esasına göre elbette- destek verdiği mini atölyesine gidip akü için akım aletini aldı. Arabanın aküsünden inatçı emektarın aküsüne bir nevi, elektro şokla elektrik nakli sayılabilecek işlemden sonra, 75’lik  Ferguson“ben de kendisinden elektrik aldım, bir deneyelim, mümkünse bir mazot içimlik gezelim birbirimize şans verelim” demiş olacak ki çalışmaya başladı. Hazır kaportayı açmışken bazı vidalar, contalar elden geçti. Motor yağıyla tüm iç aksam güzelce yağlandı. Bunları yaparken Kamil bey, hastasının iç organlarına bakım yapan bir cerrah titizliğinde ve düzgün yapmazsa sanki hastayı kaybedecekmiş ciddiyetindeydi.

Onlar orada traktörü yaşama tutundurmaya ikna etme çaba ve çalışmalarında iken Şerife Hanım da gelini Emine ve oğlu Şaban ile birlikte beni toparlamaya çalışıyorlardı. Toparlamak dediysem, dağınık değildim geldiklerinde zaten. Sabah onlar gelip beni dağıtana kadar gayet derli toplu, gayet düzenliydim. Ama bir geldiler, elekler, kalburlar bir tarafa, gözerler bir tarafa.

Un çuvalları bir bir elden geçti. Güve yeniği olanlar tek tek tespit edilip yama yapılmak üzere ayrıldı. En dip köşemde yıllardır duran yazdan yaza sadece havalandırılıp gerisin geri aynı yere yığılan, içi buğday dolu 2 çuval alınıp çıkarıldı. Allah Allah, mevsim bahardı. Belli ki güneşe serip havalandırmak için değildi bu hazırlıklar. 

-Şimdiiii, bu iki çuvaldan iki tarlaya tohum çıkar. Bakmayın siz yıllanmış tohum olduklarına. Biz onları böyle zor yıllar için tutuyorduk. Kendi yerli tohumumuz bunlar. Taa, düvenlerin öküzlerin arkasına koşulup da tarlaların sürüldüğü, henüz traktörü bile almadığımız yıllardan  bunların soyu. Her sene bir önceki yıldan kalan tohumları kullanır, yeni mahsulden de gelecek yıla ayırırız. Böyle böyle devam eder tohumun nesli.

Hazır ambara girmişken Emine, “orada koca bakır kazanın içindeki küçük çıkınları da kap gel kızım.” dedi Şerife hanım. İş buyurmaya da alışık değildi ama neyse. Gençler her şeyin yerini öğrensin, sahip çıksınlar diye onları gönderiyordu üç haftadır evdeki her yere. Emine elinde bir sürü renkli tülbent ve bezden küçük çıkınlarla geldi. Çıkınları tek tek açtılar. Onlarında içinden, der top edilmiş gazete kâğıtları çıktı. Yanlarında da, koparılmış o günün takvimleri. Gazete kağıtlarının içini açtıklarında hepsinde farklı boyda ve farklı şekil, farklı türde tohumların olduğunu gördüler. Takvim yapraklarının üzerinde o tohumun neyin tohumu olduğu ve kaç yılındaki mahsulden olduğu yazıyordu. Bildiğin tasniflemişlerdi eski usul. Takvimlerin yılı da, günü de doğru değildi belli. Sadece kağıt israfı olmasın diye, tohumlara ait bilgileri not etmek için konulmuşlardı. Bu işte bile israftan kaçınılmış, yeni bir sayfa koparmak yerine, zamanı dolan takvim yaprağı kullanılmıştı. Zaten burada hiçbir şey, hiçbir nesne bir defa da kullanılıp atılmaz, hayatın ondan alabileceği onunla yapılabilecek en ufak işler bitene kadar kullanılırdı. İşte gerçek ekonomi, gerçek tutumluluk, şimdilerin yapmaya çalıştığı gerçek geri dönüşüm, gerçek doğa sevgisi burada asırlardır yaşam biçimi, hayatın içinde sıradan bir olgu olarak, göze sokulmadan olması gerektiği gibi yaşatılıyor ve nesilden nesile doğal yaşantıyla aktarılıyordu.

– Bu hafta hava iyi olursa, bahçeye gider dikeriz bunları kızım. Bakma bunların böyle bir avuç durduğuna, toprağın bağrında suyla buluşunca filizlenip patır patır patlar, sonra da güneşle sürgün verip, hoop her yere yayılırlar. Bütün yaz yettiği gibi yok kurusuydu, yok konservesiydi, salçasıydı, marmelatı, pekmezi, reçeli derken tüm yılı geçirirsin evvelallah. Yeter ki onlar, bir kere toprağa ve suya kavuşsun. Bereketleriyle hepimize yeterler.

Emine, hayatında ilk defa bahçe, tarla işleriyle ilgili bu kadar teferruatlı bilgiler öğrenmeye çalışıyordu. Sonuçta o da Anadolu çocuğuydu ama yok okul, yok iş derken toprak tarla bahçe ona uzak kavramlardı. Zaten annesi, “kızım önce ders, önce okul” der, onu bahçe işlerinden ve hatta mutfak işlerinden bile uzak tutmaya çalışırdı. Ama hayat, bizi çok farklı kulvarlardan bir diğerine yolculuğa çıkarabiliyordu. Sağlığı el verse çalışmaya devam ederdi elbet ama daha iki sene önce gördüğü kanser tedavisi nedeniyle şu şartlarda hemşireliğe devam etmesi çok riskliydi. Zaten o da, o strese o yoğunluğa yeniden dönmek istemiyor, kaldırabileceğini düşünmüyordu.

Salgın olduğu ilan edilince, yanlarına ihtiyaçları kadar eşya alıp köydeki kayınvalidesi ve kayınpederinin yanına gelmişler ve bu sürede de tüm aileyi etkileyecek bazı radikal kararlar almışlardı. Eşi Mustafa da emekli, sağlık memuruydu. Ama çocukları üniversite okurken zorlandıkları için, bir haddehanenin işçi servisi şoförlüğünü yapıyordu. Büyük oğlan Murat, üniversiteyi bitirmişti lakin 3 yıldır iş aramasına rağmen emanet olarak girip çıktığı işler dışında da bir düzen tutturamamıştı. Askerlik vazifesini yapıp gelmeye niyet etmiş; kontrollerde, kalbinden kaynaklanan bir sıkıntının buna müsaade etmediği görüldüğü için o plan da iptal olmuştu. Bu yıl onun için epey bunalımlı geçmişti. Dışarıya çıkmadan, kimseyi görmeden, haftalarca evde oturduğu oluyordu. Çünkü her gören “ne o, sen hala bir iş bulamadın mı yoksa?” diye soruyor veya açıkça sormasa da ima ediyor veya etmeseler de o hemen alınganlık gösterip rahatsız oluyordu. Bu süreçte köyde olmak belki ona iyi gelirdi.

Köye, bayramlarda ve yazın birkaç haftalığına uğramak dışında pek gelmeyen gençler için nasıl ki çok durağan ve sade geliyorsa bizim Murat ve Fatih içinde öyle geldi. Hani normalde de karantina varmış gibi sakin olan bu köy, hepi topu 12 haneydi. Bunların çoğunda da dedesi ve babaannesi gibi yaşlı ve emekliler oturuyordu. Hani Google bu köyü bilse sakin köy, sesi bırak çıt çıkmayan köy yazıldığında kesin burayı gösterip “burayı mı kastettiniz” yazardı. Kesin! Tabi köyde cep telefonu sinyalleri bile henüz bu geçtiğimiz yaz çekmeye başladığı için dijital alem için çok yeni bir mekan olduğu kesindi.

Bu sükûnet, bu dinginlik özellikle geceleri kendini çok belli ediyordu. Köyün hemen arkasındaki çam ormanlarının uğultusu geceye hakim tek sesti. Bu ilk başta garip gelen sessizlikte zaman bile çok daha yavaş akıyordu. Hatta ondan mıdır bilmem, sabah zinde ve enerjik uyanıyordu insan burada. İlk haftadan sonra iyice ortama uyum sağlamışlar, evin uzantıları olan koruluk, ön bahçe, ve dedelerinin dükkan dediği o atölye ile tanışma faslına geçmek istemişler fakat şehirden geleli 14 günlük tedbir süresi dolmadığı için pek odalarından çıkmayıp bu haftayı sabırla beklemişlerdi. Süre bitiminde çocukluğundan beri tamir tadilat işlerinden zevk alan Fatih için o atölye hobi odası gibi olmuştu. Babası Şaban, “ aman oğlum dikkat et dedenin o aletleri çok yıllık ve kıymetlidir, bir şey olursa çok kızar” diye tembih ediyor ona küçükken kızdığı gibi oğluna da kızar diye çekiniyordu. Kamil Bey ise tam tersi torununu bu işlerde meraklı görünce öğretmeye aç bir eğitimci edasıyla özveriyle ona anlatıyor. Evde daha önce yapılmayı bekleyen işleri, sanki bu vakti beklemiş gibi ortaya döküyor çözümlerini birlikte buluyorlardı.

Emine’ye gelince, köyde geçen bu sürede evin düzenine iyice alışmıştı. Artık hamurun kıvamını kayın validesine sormadan tutturabiliyor, kilerde hangi rafta ne olduğunu eliyle koymuş gibi buluyordu. 21 gündür burada olmalarına rağmen marketten ve pazardan bir şey almaya gerek duymadan gerekli olan her şeyin yazdan hazırlanmış veya o an köyden temin ediliyor olmasına da çok seviniyordu. Çünkü sağlığı için bundan daha doğalı olamazdı.

Salı günü havayı güneşli bulunca, temiz havayı değerlendirelim diye ön bahçeye çıktılar. Hemen önümdeki kamelyada oturup kahvelerini yudumlayıp sohbet ederlerken;

-Şaban oh be ne iyi geldi burada olmak, kaç yıldır bu kadar süre hem de bu mevsimde köyümde kalmamıştım. Keşke burada böyle bahar yaz kış, sade sakin yaşasak. Artık yaş da ilerleyince bir iyi geldi burası. İçindeyken anlayamıyor insan ama şehir yoruyor insanı. 

-Al benden de o kadar, diyen Emine kendi bile şaşırmıştı bu cümlesine. Ben de yapamam sanıyordum ama köy iyiymiş, bak nasıl da başımız sıkışınca doluştuk. Hayat var burada. Ama tabi şimdi iş zamanı değil ya, bana konuşması kolay. Yazın çalışıp bunları hazırlayanlar bilir asıl derdini.

– Emine ben çocukluğumda ve gençliğimde yaptım hepsini, çok emek ister ama toprakla uğraşmak inan bana insanla uğraşmaktan daha kolay geliyor bana. Hele yaş alınca. İnsanın ruhu doğayı özlüyor.

– E o zaman yerleşelim Şaban. Sen emekli ben yarım. Çocuklar da büyüdü artık.

-Allaaaah desenize abim kaç yıldır bulamadığı işi karantina günlerinde buldu. Çiftçilik.

Babası Fatih’e sert bir bakış attı. Murat’ın alınganlık göstereceğini düşünen Emine’de sitemli bir bakışla Fatih’e “ettiğin laf mı yani dercesine baktı. Ancak Murat onların beklediği gibi alınmak şöyle dursun “doğru ya, bir de bunu deneyelim” deyip göz kırptı. Şaka mı gerçek mi anlamasalar da en azından ortam gerilmemiş olduğu için babaannesi devam etti.

-Oh Kamil Bey, kulun istediği bir göz Allah verdi iki göz. Siz yeter ki yerleşmeye karar verin. Hala bunlara destek verecek güç kuvvet var bizde Allah’ın izniyle. Bakmayın siz yaşlı deyip dışarı çıkarmadıklarına. Biz tarlaya bahçeye indik mi 25 oluruz hemen.

– Anne şaka değil bak, kalırız başına. Her şeyi sen öğreteceksin mecbur. Beni biliyorsun, arpayı buğdaydan yabayı tırmıktan ayıramam. Kalmak derken bahçe yapalım, buğday ekelim istiyorum ben. İstiyorum ama bir taraftan da bu yaştan sonra öğrenmek zor olur diye korkuyorum. Bir de yapamayıp elimize yüzümüze bulaştırırsak.

-Yapamazsan yapama kızım ne diyecek toprak, “düzgün olmadı, yok sana buğday mı” yoksa “ böyle soğan mı dikilir, çık bahçeden” mi. Bu yıl birlikte yapar deneriz. Önce köyün başındaki yan yana olan iki tarladan başlarsınız. Horhor da koca bahçe, içinde meyve ağaçlarıyla boz duruyor. Köyün eski imamı bıldır bize sordu “Kamil Amca, senin bahçeyi eken diken yoksa, hanımla biz bu sene oraya bir şeyler diksek, müsaade var mı” diye. Bizim canımıza minnet. Diktiler, baktılar o sene de maşallah bir coştu bahçe. Tabi kaç yıldır boz, toprak dinlenmiş olunca fışkırdı mübarek. Hocanın hanımı kendine topladıkça bize de getirdi sağ olsun. “Yavrum bizim kapının önündeki bahçe yetiyor da artıyor, getirme” dedimse de “kendi bahçen, ikram değil ya” deyip biz görmeden bahçe kapısından bırakıp bırakıp gitti. Demem o ki; içinde kendi suyu var, eski meski ama traktör var, alet edevat da eh iş görecek kadar. Gönlünüz çekerse işte ev, işte bahçe. Hepsi sizin. Biz yıllardır buradan doyduk. Doğalı budur diye Kamil bey, ne ota ilaç sıkar, ne de böceğe.

– Ee hanım, bizimki can da böceğinki ne? Onlar da nasiplenecek elbet, yiyebileceğini yer gerisi bize yeter. Tabiat tüm canlıların. Ben onların rızkına neden mani olayım. Onlar da bu aleme vazifeli gönderilmişler sonuçta. Bir solucanın yaptığı gibi kim havalandırabilir toprağı. Kim bir arının tohum bilgisine laf edebilir. Her şey düzen içinde akar kainatta. Doğala müdahalenin zararını çekiyoruz bak, tüm dünya ahalisi olarak. Ah bir görebilsek. Bu gidişle daha başımıza çok afetler gelir. Doğaya çok karıştık. Her şey bizim için, bize hizmet içindi zaten, ama biz kanaat etmeyip daha çok olsun istedik. Yok efendim bir tohumdan bu kadar yetmez, daha fazla veren tohum deyip kimyasal tohumları yaydılar. Yok aman armuda kurt giriyormuş, ilacı varmış, girmesin diye meyve ağaçlarını ve meyveleri ilaca buladılar. Şimdi durum bu. Kıta kanaat etmeyen çoğu bulamaz. Korkuyorum onu da bulamayacağız bu hal böyle giderse. Bak 5 sene önce şehre çinko fabrikası açılacak dediler, gençler işsiz onlara kapı olacak fabrika dediler. Benimle beraber birçok insan başkana çıktık. Başkanım çinko fabrikasının mahsule zararı olurmuş, insana da suya da zehir bırakırmış dedik. İş bulalım derken candan etmeyelim insanımızı dedik. Açmayalım dedik.

Siz ne bileceksiniz. Eski kafayla olmaz bu işler deyip bizi kibarca makamdan gönderdiler. Sonra noldu? Bak bizim buralar da çekirdeği yere düşse yetişip gürleyen; bir ağacı, bir köye yeten ve ülkemize en çok buradan satılan mürdüm eriği iki yıldır yetişmez oldu. Ağaçların dalları yaprakları soldu. Meyvesi ise üzerinde büzüşüp çürümeye başladı. Bıldır da üzüm asmalarına hastalık tebelleş oldu. Yapraklar delik delik ve rengi bozuk. Dedik biz anlatamadık.

– Dede ben,  bu konuyu bir makalede okumuştum. Fabrikadan çıkan partiküller havada asılı kalıp yağmurla, rüzgârla havadan bitkilere düştüğünde oluyormuş bu değişimler. İyi de fabrika olmadan biz napacağız dede. Bak iş bulmak çok zor.

– Orası öyle. Ama sanayi gelişsin diye tarımı da görmezden gelip zarara uğratırsak, bu işin astarı yüzünü geçer. Bu sefer yiyecek ekmek de bulamaz kıtlık yaşarız. Önce tarım. Bak şimdi biz markete gitmeyeli kaç ay oldu. Çok şükür bir ön bahçe bizi besliyor. Tamahkâr olursak, dimyata pirince giderken eldeki bulgurdan da oluruz.  Ben çiftçi çocuğuyum böyle doğdum böyle yaşadım. Bildiğim şu ki; insanoğlu doğayla savaşa girerse eninde sonunda kendi kaybeder evladım.

O gün bir sohbetle başlayan bu karar, işte bugün traktörün kontağını çalıştıran. Benim kapılarımı açtırıp buğdayları dikim için hazırlatan. Hadi bakalım niyetine girdiler artık, çok iş var yapılacak. Kolay gelsin hepsine.

 İnşaallah şu virüs de bizimkilerin kararını duymuştur da,  kendine bir çeki düzen verir. İnsanoğluyla didişmeyi bırakıp uzlaşır. Ben de ağzıma kadar buğdayla dolarım.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir