
Sabah sabah bu ne acele. Evde hafta ortası alışık olmadığım türden bir hareketlilik. Hem de bu saatte. Sanırsın bayram gelmiş, tüm ev kırklanıp, pirüpak edilecek. Bizim buralarda eski adettir; bayramda ineğin yuları bile yıkanmalı her şey pırıl pırıl mis gibi olmalı bayrama bu yakışır derdi büyüklerimiz. O nedenle her şeyin çamaşır makinasına taşındığını görünce dedim “bayram da değil ama bu ne iştir” içimden. Zaten desem de kim duyar beni. Herkes harıl harıl temizlik peşinde. Vedat Varol –ağız alışkanlığı, spikerler onu hep böyle anons ediyor ya- eline hortumu aldı terası yıkadı az önce, şakır şakır. Aman Vedat Varol, biz sizi böyle bilmezdik deyip inanamadığım gözlerimi kırpıştırıyorum gördüklerim doğru mu diye; harbiden de o. Ünlü eski güreşçi şimdininse güreş antrenörü Vedat Varol’dan beklenmeyen hareketler bunlar. Gözümle görmesem, ben de hayatta inanmazdım. Hele de terasın camlarını itinayla silişi var; sanırsın bir elinde bez bir elinde camsil yıllardır ev ev temizliğe gider kendisi. Hay maşallah.
Elinde tepeleme ağzına kadar dolu yıkanmış ıslak çamaşır sepetiyle teras kapısında eşi Cevriye Hanım’ı görünce
elindekileri bırakıp hemen alıyor sepeti. Buna hiç şaşırmadım mesela. Sportif olduğu kadar centilmen adamdır çünkü kendisi. Eşi o ağır yükü kaldırsın istemez hele ki, o hazır evdeyken. Lakin Cevriye Hanım
eşini cam silerken görünce bakıyorum hiç de şaşırmadı, benim gibi. Hatta sanki normal bir durummuş gibi “mandal sepetini de uzatır mısın hayatım” dedi. Ben niye bu kadar şaşırdım derseniz; onu hep minderlerde ve sporcu kimliğiyle bildiğim için sanki bunları yapmazmış ya da yapamazmış eline yakışmazmış gibi gelirdi. Meğer ön yargılı davranmışım. Vedat Varol’un kaşlarını çatınca daha da belirginleşen yüzündeki sertliğe, uzun ve yapılı görüntüsüne bir de güreşirken eklediği sert duruşuna aldanıp, yapabilecekleri ya da yapamayacakları işler ve durumlar listesi yapmışım kendi yargılarımda. Hep böyle yapmaz mıyız zaten. Görüntüsüne bakar adam seçeriz. Saçına başına, kaşına gözüne göre kimlikler ve anlamlar yükler, tanımadan herkes hakkında hükümler veririz. Bu bana da ders oldu işte.
Cevriye Hanım elindeki bezle beni bir oyana bir bu yana ittirip, dürtüklerken bir taraftan gıdıklandığımı belli etmemeye çalışıyor bir taraftan da bunları düşünüyorum. Ben de onun benle uğraşmasını özlemişim. Normalde sadece hafta sonları görüşürüz; o da hava güneşliyse. Onun dışında tembel tembel ortalıkta salınıyorum. Bugün bir şeye yarayacağım tuttu, o yüzden gık demeden ne yaparsa kabul ediyorum.
-Ah, mandalı tuttururken senin çorabın tekini aşağıya düşürdüm, dedi Cevriye Hanım.
-Yusuf’u – adını tüm zamanların en iyi güreşçisi sayılan Kırkpınar başgüreşçisi pehlivan Koca Yusuf’dan dolayı verdiği oğlunu- gönderirdim ama şimdi aşağıya inerken demirlerden tutar, elini dış kapıya değdirir. Başka bir şeye dokunur falan en iyisi ben gidip alayım.
-Sana da iş çıkardım Vedat.
-Nolcak Cevriyeciğim, hareket olur böylece bana da, hamlaştım evde birkaç gündür. Bu süreçte antrenmanlarıma evde devam edeceğime göre hareket şart. Hem merdiven inip çıkmakla kondisyonumu da korurum, deyip gülümseyerek bir-ki-üç-dört sesleri eşliğinde gitti Vedat bey.
Cevriye Hanım itinayla önce bir bir çırptı çamaşırları, sonra sanki renk uyumuna ve boylarına göre sıraladı yan yana onları. Öyle itinayla, öyle heyecanla yaptı ki işini sanki hayatındaki çok mühim bir görevi, çok hassasiyet gerektiren sevdiği bir işi yaparmış gibi. Benim bile çamaşırlara dönüp “hadi bakalım, düzgün sıraya geçelim ve safları sık tutalım” diyesim geldi. Zira daha, beyazların olduğu bir sepet dolusu çamaşır vardı ipe dizilmek için sakince seslerini çıkarmadan sıranın onlara gelmesini bekleyen. Cevriye hanım ise hiç istifini bozmadan emin hareketlerle işine devam ediyordu. Bir kütüphane memuru olarak zaten düzen, tasnif ve sükûnet onun alışık olduğu sıradan tanımlardı. Kütüphanelerde toplu alanlardan sayıldığı ve tedbir gereği kapatıldığı için evdeydi. Normalde hafta sonu aceleyle diğer ev işleriyle birlikte sıkıştırdığı bu faaliyetini daha bir ayrıntılı daha bir tadını çıkara çıkara yapıyordu. Onu izleyen biri kesinlikle, şuan ne kadar mutlu olduğunu gözlemleyebilirdi. En iç taraftaki ilk sıra ip dolduğunda, kolları aşağıya uzanmaya çalışır gibi baş aşağı durmuş t-şörtler, kazaklar, eşofman üstleri rüzgârla birlikte yan yana halay ekibi misali öne arkaya birbirleriyle senkronize biçimde kıpırdıyorlardı. Onların önünde yani içten ikinci sıradaki, paçalarından mandalla tutturulmuş olan pantolon, pijama ve eşofman altları ise “çabuk ol, ceplerindeki her şeyi boşalt” diyen bir emre dinginlikle itaat etmişçesine cepleri dışta boşlukta sallanıyorlardı. Cevriye hanım ön sıradaki iki ipi de, tertemiz görünen iç ferahlatan beyazlarını aynı titizlikle astıktan sonra belini doğrulttu ve 4 sıra iptekiler az önce kendi elleriyle yapıp bitirdiği bir yağlı boya sanat eseriymiş gibi övünç duyan bir gülümsemeyle baktı.
-Bitirdiysen bir kahve içelim de az dinlenelim diyen, Vedat bey elinde tuttuğu tek çorapla terasa geldi. Tam çorabı asmak için mandala uzanmıştı ki Cevriye Hanım durdurdu. “Yere düştü, yeniden yıkamadan asma onu” dedi. Vedat Bey :
– Aşk olsun Cevriye sen de beni iyice pis yaptın. Herhalde lavaboda sıcak suyla ve sabunla bir güzel yıkadım, sıktım öyle getirdim. Yapmıyoruz diye bilmiyor değiliz temizliği. Sporcu dediğin zeki, çevik, ahlaklı ve deee temiz olur unuttun galiba, diyerek gür sesiyle bir kahkaha attı. Bu sitemin üstüne kızaran Cevriye Hanım hiç ses etmeden hal diliyle mahcubiyetini belli etti.
-Ben kahveleri yapıp geliyorum o zaman, dedi.
– Yoo hayatta olmaz, sen otur bakayım, o iş ben de. Hemen yapıyorum, en köpüklüsünden.
Cevriye hanım sandalyeyi çekti yavaşça oturdu. Çamaşırlarına bir kez daha göz attı. Kokularını içine çeker gibi kokladı. Herkesin, çamaşır günü çamaşırlarını bu şekilde asıp kurumaya bıraktığı o çocukluk yıllarına gitmiş gibi geldi içinden. Hem virüsler, bakteriler güneş ışığıyla ve havalanarak kuruyan çamaşırlarda barınamıyormuş diye okumuştu bir haberde. Haber bilimsel değilse bile Cevriye Hanım’ın ruhuna iyi geldiği kesindi. O nedenle kim ne derse desin hava müsaitse ve elinde fırsat varsa, eski usul sayılan bu yöntemi devam ettirmeye kararlıydı. “Yarın da hava güneşli olacakmış nevresimleri yıkarım bir güzel; şöyle boylu boyunca sererim ipe onları. Hele o yastık kılıflarının içine rüzgâr dolunca şişkin Japon balığı gibi oluyorlar ya ne güzel oluyor seyretmesi” dedi sanki biriyle konuşurmuş gibi usulca. O sırada ben de, aşağı katların ve yan binanın balkonlarındaki diğer çamaşır askısı arkadaşlarım gibi, faydalı olmanın haklı gururuyla huşu içinde; gövdeme asılı çamaşırların çıkardığı muhteşem çamaşır hışırtısı senfonisini dinliyordum. Anlaşılan tüm ahali, çamaşırlarını güneş ışığıyla ve havalandırarak virüslerden uzak tutulacağı haberini -inanmasalar bile- denemek istemişler ve bu günü fırsat bilmişlerdi. Ah be Cevriye Hanım ne iyi ettin bugün, beni çok onurlandırdın. Hele çamaşır kurutucularının çıkıp bizim kenarda kaldığımız bu devirde, kendimi çok işe yarar hissediyorum sayende. (peri)